Ben kampta doğmuştum

Eva Ulmlauf, 1942 yılında Çekoslovakya’da, Nowaky Kampında doğmuştu. Bu yer günümüzde Slovakya’dadır. Halen Almanya’nın Münih şehrinde psikoterapist olarak yaşamını sürdürüyor. O dönemden bu yana Auschwitz’i üç kez ziyaret etti. Holokost hakkında yazdığı kitabı 2016 yılında yayınlandı.

Sara YANAROCAK Kavram
17 Mayıs 2017 Çarşamba

1944  yılında Auschwitz’e vardığımızda ben henüz iki yaşında bile değildim. O dönem hakkında fazlaca bilinçli anım olduğunu söyleyemem. Ama bilinçaltım, bu anılarla fazlasıyla dolu…

Annem daha sonraları oraya gittiğimizde kollarımıza yapılan dövmeleri anlatmıştı. İğneyle yapılan bu işlem koluma uygulanırken, haykırarak ağlamışım. O kadar canım yanmış ki sonunda bayılmışım. Hâlâ kolumda duran bu dövme A26059, anneminkinin son rakamı ise 8’di.

Dövmeli çocukların hayatta kalabilen en küçüklerinden biriydim sanırım. Oraya gittiğimizde annem 4 aylık hamileymiş. Kız kardeşim Nora, Auschwitz’te Nisan 1945’te doğdu.

Eğer oraya iki gün evvel varsaymışız, bizi direkt olarak gaz odasına göndereceklermiş. İlk defa olarak, bizim grup doğrudan gaz odasına gönderilmemiş. Sebebi, Rus ordularının oraya oldukça yakın olmalarından kaynaklanmış olabilir. Tam olarak bilemiyorum. Biz oraya 2 Kasım’da varmıştık, 30 Ekim’de Terezin oraya götürülen 18 bin anne ve çocuk aynı gün içinde gaz odalarında katledilmişler.

Auschwitz’i ziyaret

İki farklı etkinlik için 1995 ve 2011 yılarında Auschwitz’e gittiğimde, orada geçirdiğim günlerle ilgili hiçbir şeyi anımsayamadım. Nedir ki içimdeki gizli duygular sanki tetiklendi. Bunlar hem fiziksel hem de duygusaldı. Orada kendimi çok gergin hissettim. Oradaki ölüm duygusu, kemiklere işleyen soğuk hava, havada asılı kalan boşluk duygusu, ta içime işliyordu. Bunu tarif etmek çok zor, ama bu duygular içime işliyordu. Gezindiğim her yerde yanık kokusu burnumu ve genzimi yakıyordu sanki…

Auschwitz Ocak 1945'te yılında özgürlüğüne kavuştuğu zaman, bizler son derece ağır hastaydık. O yüzden barakalarda kaldık. Praglı bir çocuk doktoru, annemin ve karnındaki bebeğin hayatta kalmalarının imkânsız olduğunu söylemiş. Annemin raşitizm hastalığı vardı. Ayrıca sarılığa yakalanmıştı ve tüberkülozu da vardı. Fakat bütün bu imkânsız şartlara rağmen annem, oradaki mahkûm doktorların yardımı ile kız kardeşimi dünyaya getirdi.

Annem hiçbir zaman o dönemleri bizlere tam olarak anlatmadı. Bizi ve kendini korumaya almak istemişti herhalde. Oradan kurtulduğumuz vakit annem henüz 21 yaşındaydı. Ben iki yaşında, kardeşim ise altı haftalıktı. Annem bizlerle birlikte orada ailesiz kalan dört yaşındaki bir erkek çocuğu da yanımıza almıştı. Aylarca hummalı bir biçimde çocuğun yakınlarından geriye kalanları araştırdı ve sonunda izlerini buldu. Çocuğu ailesinden geriye kalanlarla kavuşturdu. Bu arada eşinin kayıp haberini aldı ve onun yasını tutmaya başladı. Bu konu hakkında da kendine yasak koymuştu. Asla babamız hakkında konuşmuyor ve anlatmıyordu.

Slovakya’nın küçük bir kasabası olan Trencin’e yerleşmiştik. Burası annemle babamın evlendikleri yerdi. Kızılhaç bize orada bir oda ayarlamıştı. Annem aylarca süren bir arama sürecinden sonra ailesinden hiç kimseyi bulamadı. Annesi, anneannesi ve dedesi ile üç kardeşi öldürülmüşlerdi.

 

Kamp sonrası ilk anılarım

Benim ilk anılarım Trencin’de bizi sokakta görünce yanımıza yaklaşan ve hayretle,  “Aaa demek ki, hayatta kaldınız!” , “Bu bir mucize, geri döndünüz!” gibi şaşkınlıkla dolu ifadelerdi. Sanırım o yıllarda artık 4-5 yaşındaydım ve  ‘mucize’ sözcüğünü çok sık duyuyordum ama doğrusu bunun ne demek olduğunu pek anlamıyordum. Daha sonra mucizenin anlamını öğrendim. Slovakya’dan Auschwitz’e binlerce Yahudi gönderilmişti ve sadece birkaç yüz kişi hayatta kalmayı başarmış ve geriye dönebilmişti.

Annem elinden geldiği kadar bize normal bir hayat yaşattı. İkimizi de okula gönderdi ve iyi bir eğitim almamızı sağladı. Bizlere karşı sevgi dolu ve çok becerikliydi. Nedir ki yaşlanmaya başladığında depresyon hastası oldu. Daima birlikteydik ve o, çok gayretliydi ama yıllarca taşıdığı yüklerin ve acılarının altında kaldı. 72 yaşındayken öldü.

Benim ve kardeşimin doktor olmamız bir tesadüf değildi. Çünkü annemizin bize öğrettiği en önemli şey, insanlara yardım etmek ve hayat kurtarmaktı.

Psikoterapist olarak işimi büyük bir tutku sevgiyle yapıyorum. Günlük esas işimin çoğunu Holokost’tan geriye kalanların acılarını ve sıkıntılarını iyileştirmeye çalışmak kapsıyordu. Hastalarım iki çeşitti. Birinciler kurbanlardı. İkinciler ise suç işleyenlerdi. Bu iki çeşit hastanın yakın akrabaları da, aynı bir salgın hastalıktan yapışmışçasına hasta ruhlara sahipti. Bu ara kuşak bir öncekilerden etkilenen travmatik insanlardı.  Yaraları iyileşmediği gibi, çocuklarına da bulaştırıyorlardı.

Polonyalı bir Yahudi gençle evlenmiştim. Almanya’da yaşamaya başladık. Bu ‘suçlular’ ülkesine taşınmamızın nedeni, Çekoslovakya’nın,1968 Prag Baharı olayından sonra, ülkeden çıkmaya zorlanmamızdan sonra gerçekleşti.

Aslında bizim Almanya’ya yerleşmemiz çok acayip bir olaydı. Çünkü Holokost’u yapanların esas ülkesinde yaşıyorduk. Yeniden yükselmeye başlayan antisemitizme maruz kalmak beni çok ürkütüyordu. Özellikle Almanya’da yaşananları düşününce… Primo Levi’nin yazdığı cümleler her zaman aklıma geliverir: “Her ne olduysa, yeniden olabilir”.

İşte bu yüzden 15 yıldır, Münih ve çevresindeki okullara giderek defalarca ve üzerine giderek, Holokost’u tekrar tekrar anlatıyorum. Yine aynı sebepten bu yıl yeniden Auschwitz’e  gittim.  Artık orada bulunan en son kuşak olarak bir araya geldik.

Yaralar tedavi olur ama izleri her zaman göze çarpar.