"Bu benim Sefer Tora’m"

Savaşın bittiği 1945 yılında, hayatta kalabilen kimsesiz Yahudilerin, ailelerini çılgına dönmüş bir şekilde aradıkları dönemde, Henryk henüz küçük bir çocuktu.

Sara YANAROCAK Kavram
1 Mart 2017 Çarşamba

Henryk dadısıyla birlikte yaşıyordu. Dadı, çocuğun babasının isteği üzerine onu yanına almış, kendi çocuğu gibi bakmış, yedirmiş, içirmişti. Onu Nazilerden korumuştu. Aslında kadın bunu yaptığı için hayatını tehlikeye atmıştı ama çocuğu çok seviyordu.

Aslında dadı çocuğun babası olan Joseph Foxman’ın hayatta kaldığına hiç ihtimal vermiyordu. Çünkü etraftaki bütün Yahudiler öldürülmüşlerdi. Bir tanesi bile geriye dönememişti. Mahvedilmiş Vilna Gettosundan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Dadının çocuğun babasının da Auschwitz’e gönderildiğinden şüphesi yoktu. Oradan da kimsenin sağ çıktığı duyulmamıştı. O yüzden tereddüt etmeden çocuğu evlat edinmişti. Onu bir Katolik Kilisede vaftiz ettirmiş, oradaki papazdan din dersi aldırmaya başlamıştı.

Henryk’in babasının döndüğü gün, Simha Tora bayramıydı. Son derece üzgün olan dadı, çocuğun giysilerini bir çantaya doldurdu. Küçük dua kitabını da en üste koydu. Babasına da çocuğun çok iyi bir Katolik olduğunu söyleyiverdi. Joseph Foxman oğlunun elini tuttu ve onu doğruca Vilna’daki Büyük Sinagoga götürdü. Yolda oğluna onun esas adının Avraham olduğunu ve aslında Yahudi olduğunu anlattı.

Evden biraz uzaklaşmışlardı ki, çocuk karşı köşedeki kilisenin papazını kapının önünde görünce,  koşarak yanına gitti ve elini saygıyla öptü. Papaz onunla bir süre konuştuktan sonra, onun Katolik dinine ait olduğunu hatırlattı. Babası oğlunu acı içinde izliyordu.

Joseph oğlunu elinden tutarak, sürüklercesine kiliseden uzaklaştırdı. Ama aslında böyle davranmanın doğru olmadığını biliyordu. Oğluna sıkıca sarıldı ve aslında bu insanların oğlunu kötülüklerden koruduklarını ve iyi baktıklarını düşünmeye çalıştı. Çocuk onların sayesinde hayatta kalabilmişti.

Oğluna Yahudi olmayı, Yahudi dinini sevmeyi öğretmeliydi. Böylece yavaş yavaş diğer dini ve öğretilerini unutacaktı.

İkisi birlikte Büyük Vilna Sinagogundan içeri girdiler. Hayat dolu Yahudi mahallesinden geriye sadece bu sinagog kalmıştı. İçeriye girdiklerinde, Auschwitz’den geriye kalmış, hayatta kalmayı başarmış birkaç kişi ile karşılaştı. Bunlar yeniden Vilna’ya dönmüş, hayatlarını ve kırık Yahudi ruhlarını tamir etmeye çalışıyorlardı. O kadar acı çekmişlerdi ki, onlardan geriye pek bir şey kalmamıştı zaten. Ama yine de büyük bir sevinç ve coşkuyla dans edip, Simha Tora’yı mutlulukla kutluyorlardı. Herkesin bakışları küçük Avraham’ın üzerinde toplanmıştı. Ona dikkat ve hayranlıkla bakıyorlardı. Çocuğun eline parçalanmış bir dua kitabı verdiler. Çocuk da bu atmosferden çok etkilenmişti. Kendisini dansa katılmamak için zor tutuyordu.

Üzerinde Sovyet askeri üniforması olan bir adam gözlerini çocuktan alamıyordu. Joseph’in yanına yaklaşarak, “Bu çocuk Yahudi mi?” dedi. Sesinde hayranlık vardı. Baba ona çocuğun Yahudi olduğunu, kendi oğlu olduğunu söyledi. Asker çocuğu bakakalmıştı. Gözyaşlarını tutamıyordu. “Bu berbat dört yıl içinde, ben binlerce mil yol aldım. Bunca zaman içinde karşıma çıkan tek Yahudi çocuk bu oldu” dedi. Oğlana bakarak, “Omuzlarımın üzerinde dans etmek ister misin?” diye sordu. Çocuk babasının arkasında hareketsiz duruyor,  askeri büyülenmiş gibi izliyordu. Babası izin verince, asker çocuğu havalandırdığı gibi, omuzlarına oturttu. Askerin gözlerinden sevinç gözyaşları akıyor ve omuzlarındaki çocuğu sevinçle hoplatıyordu. “Bu benim Sefer Tora’mdır” diyerek ağlıyordu.

Not: Abe Avraham Foxman, Anti-Defamation League (ADL) derneğinin ulusal başkanıydı. Abe, bu öykünün içindeki küçük Avraham’dır. Bu hikâye onun, Yahudiler ve Yahudi dini ile ilgili en önemli duygularla tanıştığı günün öyküsüdür.

Bu hikâye Ruth Benjamin tarafından anlatılmıştır. Öykünün orijinali  “Kosher Spirit” adlı kitapta yayınlandı.

 

BERNİE

Ergenlik yaşlarımın ilk başlarında, annem iyi bir ‘Yahudi annesi’ olarak beni sinagoga göndermeye karar vermişti. Bu da telaşlı bayram haftalarının tam ortasında bir gündü. Bana oranın ilgi çekici olacağını anlatıyordu. Hakikaten de sinagogda hayal kırıklığına uğramayacak denli biriyle karşılaşmıştım. Bernie Rosenfeld’i tanıma fırsatını bulmuştum.

Bernie müthişti. Daha doğrusu dehşet vericiydi. Zavallı Rabbi Kleinberg sonunda pes etmiş ve kürsüden (ehal) inmiş sinagogun sıralarından birine çökercesine oturmuştu. Bernie’nin uzun tiradını dinlerken başını ellerinin arasına almıştı. Bernie sinagogdaki herkesi karşısına almış, adeta gösteri yapıyordu.

***

Aradan geçen 20 yıldan sonra, eski yaşadığım yere döndüğümde Bernie hâlâ oradaydı. Oradaki sinagoglardan tek tek tekmeyi yemişti. O da elinden geleni ardına koymadan, sert bir dille kaleme aldığı mektupları yüksek mercilere gönderip, onları sürekli şikâyet edip duruyordu.

Bernie ile birlikte olmak, sürekli olarak onun yarattığı dramatik sahnelere hazır olmak demekti. Bunlar çılgınlık ve nefret dolu söylemlerle dolu nutuklar, el kol hareketleriyle insanı serseme çeviren haykırışlar, çığlıklar, kapı çarpmaları, insanları küçük düşüren lakaplarla çağırmalar… Hele içlerinde öyle birisi vardı ki, Bernie kafasını özellikle ona takmıştı. Bu adam yaşlı Bay Green’di. Bay Green güzel bir insandı. Mütevazıydı ve herkesin derdine koşan, eli açık, yüce gönüllü bir kişiydi. Bernie onun onurunu iki paralık ediyor, kalbini paramparça ediyordu. Bizler hepimiz, Bernie’nin böylesi harika bir insana yaptığı bu taşkınlıklar karşısında öfkeden mosmor oluyorduk.

Şimdi geriye dönüp düşünüyorum da, Bay Green yerinden bile kıpırdamadan, tüm bu aşağılamalara sessizce ve sabırla katlanıyordu.

Bernie, nihayet çekip gittiğinde, pek hatırlamıyorum ama tükenip de mi çekip gitmişti, yoksa yine kovulmuş muydu? Bay Green bize bakarak, “Bu bizim ‘kapara’mızdır dedi.  ‘Kapara’nın manası kefaret demektir. Yahudilerin ödedikleri bu kefaret Tanrı ile suç arasındaki ilişkiden kaynaklanır. O yüzden ‘kapara’ yaparız” diyerek devam etti:

“2. Dünya Savaşı’ndan hemen önceydi, 14 yaşında bir ergen, Almanya’dan şehrimize göçmen olarak gelmişti. Yanında bir Sefer Tora vardı. Abisinin, kendi evlerinin eşiğinde Hitler Gençliği’ne mensup kişiler tarafından, dövülerek öldürülmesine şahit olmuştu. Çocuk daha pek çok felakete tanık olmuştu. Ama bunları tasvir edebilmek, tarif edebilmek yetisini kaybetmişti. Beyni normallikle, delilik arasındaki ince sınırda gidip geliyordu. Cemaatimizin içine girdiğinde, çığlıklar atarak haykırmaya başlamıştı, “Heyyyy!  Yahudileeeerrrrr!  Bir şeyler yapın! Erkek ve kız kardeşlerimizi koruyun!”

İnsanlar ona Sefer Tora için teşekkür etmişlerdi. Ona imkânsız şeyler için boş yere haykırmamasını söylediler. Ona inanmadıkları için bağırdı… Onu dikkate almadıkları için bağırdı… Ben birçok Avrupalı Yahudi’nin, bizler tarafından kurtarıldığını biliyordum ama bu delikanlının çektiği sıkıntılar, dehşetli sahneler ve korkular o denli büyüktü ki, bütün korkularını ve acılarını, okyanusun bu yakasına kendi kafasının içinde getirmişti. Onlardan kurtulamıyordu.

Bernie bizlerden sadece duygusuz bir ilgisizlik görmüştü. O yüzden de o zamandan beri kimseyi affedemedi.

Bizler Bernie’yi savaştan önce dinlemeyi hiç istemedik, o yüzden de elli yıldan beri hep onu dinliyoruz” dedi.

Not: Bu hikâye Rabbi Tzvi Freeman tarafından anlatılmıştır.