Almanya 1933: Nazizm iktidarda, etkiler/tepkiler

I. Dünya Savaşı sonrasında tamamen çökmüş Alman devlet yapısının 1930 başlarında dünyayı vuran ekonomik kriz ile yüzleşebilmesi olanaksızdı. Demokratik yapı çığ gibi büyüyen sorunlara cevap vermede yetersiz kalmıştı. Bu şartlarda Almanya’nın Hitler’in kişiliğinde Nazizm’e ya da Nazizm’in ideolojisinde Hitler’e teslim olmama gibi bir şansı var mıydı? 1933’te Hitler’in başbakan olması ile başlayan ve savaşın sonuna dek varan süreçte, Alman Yahudilerinin düşündüklerini, hissettiklerini, içine düştükleri dehşeti, zulme verdikleri tepkileri Holokost’un derinliğini anlamak için çok çarpıcı veriler sunar.

Marsel RUSSO Perspektif
8 Şubat 2017 Çarşamba

Demokratik düzenin sosyo-ekonomik sorunlara cevap vermede yavaş davranması çok seslilikten gelen bir zaaftır. Oysa fikirlerin çarpışması alınan kararların sağlıklı olması ve geniş bir zemine oturması açısından önem arz eder. Hükümetlerin, özellikle de birden fazla siyasi görüşün temsil edildiği koalisyonların zenginliği doğru kullanılamaz ise, zaman içinde halkın üzerine giderek baskı kuran siyasi bir yük haline gelir. Elbette buradan demokratik düzenin zararlı veya yetersiz olduğu sonucuna varmamak gerekir. Ancak zayıf toplum yapılarında, kamu sisteminin çökmüş olduğu durumlarda demokrasinin erdemini halk kitlelerine anlatmanın çok kolay olmadığı bir gerçektir.

Bu anlamda, I. Dünya Savaşı sonrasında tamamen çökmüş Alman devlet yapısının 1930 başlarında dünyayı vuran ekonomik kriz ile yüzleşebilmesi olanaksızdı. Demokratik yapının çığ gibi büyüyen sorunlara cevap vermede yetersiz kalması Hitler’i iktidara taşıyan ve hiç beklemediği güce ulaştıran unsur olmuştu. Hükümeti oluşturan Sosyal Demokrat ve Liberal partilerin krizin nasıl yönetileceği konusunda fikir ayrılığına düşmesi, işsizliğin, enflasyonun artması ile zaten zor olan yaşamın daha da içinden çıkılmaz hale gelmesi aşırı uçları besleyen önemli unsurlardı. Bu uçlardan biri olan Sovyet devriminden ilham alan Bolşevik hareketti ve gücünü savaşın sonrasındaki yıllarda giderek yitirmişti. Bunda milliyetçi – ırkçı ideali hayata geçirmek için yola çıkan, asimetrik stratejilerle rakiplerini alt eden Nasyonal Sosyalizm ve benzerlerinin payı büyüktü elbette.


“ALMAN HALKININ GELECEĞİNİ DÜŞÜNEN BİR ADAM”

Nazi sempatizanlarına göre bu sorunlu dönemden onurlu bir çıkış yapmak için radikal değişimlere ihtiyaç vardı. Hükümet çevrelerinde olsun, parlamento çatısı altında olsun yürütme ve yasama erkini elinde tutan ve değişik çıkar gruplarını temsil eden siyasi partiler “çok konuşmaktan iş yapamaz hale” gelmişlerdi. Nasyonal Sosyalist Partinin destekleyicilerinden Bruno Hahnel anılarında şöyle der: “Dolayısı ile sözü ve gücü eline alacak kuvvetli bir adama ihtiyaç vardı ve böyle bir adam hazırda bekliyordu. Weimar deneyimi tam bir felaketti… En azından benim için öyleydi. 1929’dan itibaren, Nasyonal Sosyalizmin iktidara geleceğine herkesle, her istedikleri üzerine iddiaya girebilirdim…”

Daha sonra Nazi Partisinin Kadın Kolları Başkanlığını yapacak Jutta Rudiger, ekonomik krizden çokça etkilenmiş, servetini batan bankalarda kaybetmiş bir aileden geliyordu ve Hitler’in çağrısından etkilenmişti: “Toplantılarında ilk önce derin bir sessizlik olurdu. Daha sonra alçak sesle ve tane tane konuşmaya başlar, gittikçe yarattığı heyecan dalgası içinde tempoyu arttırırdı. Alman halkının nasıl kurtulabileceği, bu sefaletten nasıl çıkabilecekleri hakkında fikirlerini açık seçik bir dille anlatırdı. Benim gibilerin bundan etkilenmemesi olanaksızdı. Konuşması bittiğinde, kendi çıkarlarından ziyade Alman halkının geleceğini düşünen bir adamın peşinden gitmeye hazır olduğum fikrine kaplıyordum…”

Hitler’in Alman ordusu mensuplarına yaptığı çağrılar Alman halkının geneline yaptığı nispeten belirsiz mesajlardan çok daha kesindi. Onlara I. Dünya Savaşının acı yenilgisi ile battıkları utanç denizinden kurtulmayı, yeniden onurlu bir ordu haline gelmeyi öneriyordu. Daha sonra, savaş esnasında Polonya’nın ve doğu Avrupa’nın işgalinde rol oynamış, savaştan sonra Federal Almanya Cumhuriyeti (Batı Almanya) ordusunda general rütbesi ile görev almış Ulrich de Maziere şöyle der: “1912 yılında doğdum. Dolayısı gençliğim Weimar Cumhuriyetinin halka yüklediği sorunlarla başa çıkmakla geçti. Versailles Anlaşmasının ağır şartları bizleri derinden yaralamıştı. Toprak kaybetmiştik. Tazminat ödemek zorunda bırakılmıştık. Ondan öte savaşın tüm suçu bizim üzerimize atılmıştı… Ve şimdi bir adam bunların kaderimiz olmadığını söylüyordu…”

Bu şartlarda Almanya’nın Hitler’in kişiliğinde Nazizm’e ya da Nazizm’in ideolojisinde Hitler’e teslim olmama gibi bir şansı var mıydı? Cumhurbaşkanı Von Hindenburg demokratik kurumlara bağlı bir insandı. Hitler’i ve ona sempati ile yaklaşanları, henüz peşinden körü körüne gitmedikleri ilk zamanlarda, yok sayması olanaksızdı. Ondan öte dönemin etkin siyasi çevrelerinde parlamenter sistemi etkisizleştirme ve yeni bir yönetim şekli getirmek isteyen Cumhurbaşkanlığı Sekreteri Otto Meissner gibi; 1932 Mayıs sonundan itibaren Şansölye koltuğuna oturan ve milliyetçi söylemleri ile toplumsal gerilimi tırmandıran Franz Von Papen gibi siyasetçiler vardı. Her biri Almanya için daha merkezi, daha otoriter bir sistem öneriyorlardı. Belki demokrasinin tamamen kaldırılmasından söz etmiyorlardı ancak bunun dostu da değillerdi.

Otto Meissner, Von Hindenburg’un Hitler ile olan bir görüşmesinde, ülkenin anahtarını kendisine tamamen bırakmayı, ülkeyi kendinden olmayan herkesle kavga halinde olan bir partiye teslim etmeyi düşünemediğini söyler. Bunu mantık önünde, vatan önünde ve Tanrı önünde haklı gösteremez. 

Böylece Ağustos 1932 itibarı ile iktidar yolları ciddi şekilde kapanan Adolf Hitler’i bundan yalnız altı ay sonra Almanya’nın Şansölyesi yapan süreç ibretlik çıkmazlarla doludur. Politik taleplerinden hiç taviz vermeyen, isteklerinden asla vazgeçmeyen bir siyasetçidir Hitler. Onu normal politikacılar arasında saymak olası değildir. Nasyonal Sosyalist Parti de taraftarları tarafından normal bir parti kimliği ile algılanmaz. O neredeyse ‘siyasi bir dindir’. Üstüne SA’ların kahverengi gömleğini geçirenler ise Hitler’in kişiliğinde bir mesih bulurlar.

Bu iktidar mücadelesi içinde Yahudi halkı ile Yahudiliğin kendisi henüz ciddi bir şekilde odak noktasına konmamıştır. Antisemit söylemlerin her zamanki eğilimler içinde varlığını göstermesi – Kavgam’ın sayfalarındaki ağır üslup dikkate alınacak olunursa – hiç de şaşırtıcı değildir. Bolşevizm ile ilintili olmadıkları sürece Yahudiler henüz Nazizm’in şeytani oklarına hedef olmuyordu.

 

ALMAN  YAHUDİLERİNİN  İLK TEPKİLERİ

Ancak bu durum, Yahudi halkının, 30 Ocak 1933’te Hitler’in başbakanlığa getirilmesi ile sonuçlanan süreçte tedirgin ve ümitsiz olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Britanya Mandası altındaki Filistin’e hareketinden birkaç hafta önce eşine yazdığı bir mektupta, bir Alman Yahudi’si kendisini şöyle sorgular:

“Burada ne gibi bağların var hâlâ? Bunlar ne kadar güçlüler? Burada nelere ulaşabileceğini umuyorsun ve bu umudu ne kadar sürdürebilirsin? Bir Yahudi olarak senin buranın geleceğinin bir parçası olma olasılığın yok mu gerçekten? Bu bugün için olanaksız ise, ne kadar zaman sonra mümkün olabilecek? Bu geçiş sürecini bekleme gibi bir şansın olacak mı? Ve burada tam olarak nelerden vazgeçiyorsun? Dışarıdan ne gibi beklentilerin olabilir? Nereye aitsin? Başka yerlere nasıl yerleşebilirsin ve nereye? Güncel arayışın ne? Senin için gerçekten önemli olan ne? Esas değerlerin nerede? Becerilerin, amaçların, ideallerin ne?”

‘Zulme Karşı Yahudi Cevapları’ olarak tercüme edilebilecek ‘Jewish Responses to Persecution’ isimli kitaplarında, Jürgen Matthaus, Alexandra Garbarini ve Mark Roseman, 1933’te Hitler’in başbakan olması ile başlayan ve savaşın sonuna dek varan süreçte, Alman Yahudilerinin düşündüklerini, hissettiklerini, içine düştükleri dehşeti, zulme verdikleri tepkileri, anılardan, mektuplardan, yayınlanan görüşme notlarından hareketle derlemişler. Daha sonra yürürlüğe konacak Son Çözüm öncesini, Holokost’un derinliğini anlamak için, kurbanların kaleme aldıklarından daha çarpıcı veri bulmak mümkün olmasa gerek.

Kitap, Otto Rudolph Heinsheimer’ın yukarıda alıntılanan mektubu ile başlıyor. Teması birçok Alman Yahudi’sinin, Hitler’in başbakanlığı sonrasında hissettiklerini dillendirmesi açısından dikkate alınmalı. Bir yanda, olayların akışının bir anda değişmesi, öte yanda, yeni durumla baş etmek adına bazı stratejilerin geliştirilmesi için hâlâ zaman olduğu izlenimi var. Esasında Nazi iktidarının ilk dönemlerinde, derin bir şok yanında, bu hükümetin çok uzun soluklu olmayacağı umudu ile yüklenmiş bir ruh hali de söz konusudur.

Dönemin Alman Yahudi basınının Nazilerin iktidara gelmeleri ile ilgili görüşlerini yansıtan başyazıları bu anlamda okumaya değer.

1938 yılında yasaklanana dek haftalık olarak çıkartılan Der Israelit muhafazakar Yahudilere hitap eden bir gazetedir. 2 Şubat 1933 tarihli sayısındaki başyazının ilk paragrafını paylaşmak isterim:

“Pazartesi gün ortasında Berlin’de oluşturulan Hitler’in kabinesi, Alman Yahudilerinin ve günümüzün aşırı milliyetçi söyleminden kaynaklanan fanatizmi, uygarlığın ve tarihsel gelişimin önünde engel gören herkesin akıllarında ve kalplerinde tedirginlik uyandırıyor. Bizler, sonunda uzun zamandır arzu ettikleri iktidarı elde etmişken, Herr Hitler ve arkadaşlarının, partilerinin yayın organlarında belirtilenleri hemen devreye sokacakları ve Yahudileri anayasal haklarından mahrum bırakacakları, gettolara kapatacakları veya kontrolden çıkmış kitlelerin talepleri doğrultusunda, onlar hakkında ölümcül kararlar alacakları düşüncesine katılmıyoruz. Başta Cumhurbaşkanı Von Hindenburg olmak üzere birçok etkenden dolayı bunu yerine getiremeyecekleri gibi, tam da bunu amaçladıkları konusunda kuşkularımız var. Zira, Avrupalı bir dünya gücü olmayı hedeflemenin yolu bu değildir… Bir Avrupa devleti, bir dünya devleti olmanın yolu halkların ahenk içinde bir kültür alışverişinde bulunabilmelerini sağlamaktır.”

Başka bir Yahudi gazetesi Jüdische Rundschau’da, 3 Şubat’ta, Editör Robert Weltsch imzası ile yayınlanan yazıda değişik bir görüş yer almaktadır: “Sonunda kimsenin inanmak istemediği gerçekleşti ve Hitler Reich Şansölyesi oldu. Bu durum bize gerçeklerin altını çizmemiz gerektiğini emrediyor. Gerçek şudur ki Nasyonal Sosyalistlerin baskıları uzun zamandır hayatı olumsuz etkiliyor. Yahudilerin ekonomik ve kültürel yaşantıdan soyutlanmaları bir yana antisemitizm psikolojik atmosferi hızla etkisi altına almaya başladı. Yahudi yine Yahudi olduğunu biliyor çünkü bu gerçek kendisine unutturulmuyor. Referanslarını Nazi basınından alan ve bunların ajitasyonuna maruz kalmış bir toplumun içinde yaşamaya çalışmak kolay bir durum değil… Bu aşamada bizlerin de hataları olduğunu itiraf etmemiz gerekir. Aydınlanmanın bir sonucu olarak Yahudi toplumunun iliklerine işlemiş asimilasyon, tıpkı eski getto yaşantısına olan bağlılığımız gibi, günümüzde sırtımıza vurulan ilave ağırlıklardır. Biliyoruz ki, kendi geleceği için çalışmaktan çekinmeyecek yeni bir Yahudi tipi de var. O, kendisini, hem geleneksel getto yaşantısının olumsuzluklarından hem de asimilasyonun getirdiği mecburiyetlerden koruyacaktır. O, kendi kıymetini bilen, düşmanına nasıl tavır koyacağını bilen, şahsına yöneltilen aşağılamalara ve saldırılara karşı başını hep dik tutan biridir.”

Yahudi milliyetçiliğinin kendilerini kapana sıkışmış gençler arasında popüler olmaya, yalnız Almanya’da değil tüm Avrupa’da yankılanmaya başlaması, Tarih Atölyesinin başka sayılarına konu olacaktır.