Dikenlerin arasındaki gül

Dikenlerin arasında güzelliğini koruyan gül nasılsa, Uluslar içinde, benim iman dolu sevgilim böyledir./ Şir Aşirim 2:2

Sara YANAROCAK Kavram
18 Ocak 2017 Çarşamba

Ölüm kampındaki Yahudi gururu: Şimdi okuyacağınız hikâye, Yahudi ulusunun iman gücünü göstermektedir. Bu hikâye deliliğin doruğuna çıkmış kötülüklerin yapıldığı imha kamplarında geçen,  bir cesaret ve inanç öyküsüdür. 

 O çok kötü ve kederli yıllarda, Nazilerin yeryüzündeki çukurlarında yaptıkları kötülük yıllarında, Naziler işledikleri suçlarının kanıtlarını örtmek için tutukluları zalimce çalıştırıyorlardı. Mahkûmlar donmuş karları kazarak çukurlar açmaya zorlanıyordu.  Amaçları tanksavar silahlarını buraya gömmekti. Çünkü Kızıl Ordu oraya doğru hızla yaklaşıyordu. Bizler, çukurları kazıp ağlaşırken, hep birlikte David’in mizmorunu söylüyorduk.

“Derinliklerden sana sesleniyorum ya RAB,

Sesimi işit ya RAB,

Yalvarışıma iyi kulak ver!”

Mizmor 130

O sırada toprak donmuştu. Almanlar kazılacak yere önce bir el bombası atıyorlardı. Karları biraz yumuşattıktan sonra bizlere yani genç kadınlara ve kızlara toprağı küreklerle kazıp çukur açtırmaya başlatıyorlardı. Bu çukurlar 2-3 metre derinliğinde kazılıyordu. Her Şabat sabahı, iki kız nöbet tutup uyanık durur, SS’lerin bize doğru yaklaştıklarını haber verirdi. Biz kutsal Şabat günlerinde çalışmak istemiyorduk. Şabat şarkıları söyleyip dua etmek istiyorduk. O gün birbirimize öyküler anlatırdık. Çok eski veya yakın bir geçmişte yaşanmış kahramanlık öykülerini dinlemeyi çok severdik. Böylece birbirimize yaşama gücü aşılamaya çalışırdık.

Hatırlıyorum, bir cuma akşamüstü, iki kız yeğenimle birlikte, bir saman yığınının üzerinde oturmuş, gün boyunca, yol kenarındaki arazi şeridinde yaptığımız yıpratıcı çalışmanın ardından sığındığımız bu ahırda dinlenmeye çalışıyorduk. O günlerde ‘Ölüm yürüyüşü’nün tam ortalarındaydık. Güneş ufukta usulca kaybolurken, ben birden, o akşamın Şabat olduğunu hatırladım, “Hadi dua edelim” diyerek yeğenlerimi dürttüm. “Şabat’ın şerefine dua edelim” deyince diğer kızlar da yanımıza geldiler. Hep birlikte  ‘Şabat Kraliçe’sini karşılama şarkılarını söylemeye başladık. Şarkıların sözleri ile adeta büyülenmiş gibiydik. Bizlere mazideki güzel günleri hatırlatmıştı. Tatlı hatıralara dalmıştık.

Ahıra bitişikteki bir odada dinlenmekte olan Bölüm Şefimiz (Blockelteste) bizim şarkılarımızı duyunca hışımla odasından fırladı, ahırın kapısını tekmeleyerek açtı. Hızla yanımıza yaklaştı ve bana şiddetli bir tokat attı. Tam yerimden doğrulacakken, diğer yanağıma da bir şamar attı. Kendimi yerde buldum.

“Hâlâ dua mı ediyorsunuz?” diye sorarken, yüzü öfkeden pancar gibiydi. Çehresi kötülükten buruşmuş, gözlerini kan bürümüştü.

Aniden müthiş bir Yahudi gururu, ruhumdan fırlarcasına yükseldi. Sakin ama sert bir sesle, “Evet, biz hâlâ dua ediyoruz” dedim.

Kadının dudakları kinle titredi. Dişlerini sıktı. Ellerini kalçalarının üzerine koyarak kızgınlıkla uludu, “Onun buraya gelip, sizleri kurtaracağını mı sanıyorsunuz?” diye sordu. Odada derin bir sessizlik hâkimdi. Kimse yerinden kıpırdamıyordu. Blockeleste ile tartışmak kimin haddine düşerdi?

O anda sanki zaman bile durmuştu. Gözüm arkadaşlarımın korkudan donmuş yüzlerine takıldı. Yıkıldığım yerden ayağa kalktım ve “Tanrı’nın yardımı ile buradan kurtulacağız” dedim. Sesim o kadar kararlı ve güçlüydü ki, ben bile inanamıyordum. Blockelteste konuşmak için ağzını açtı. Sonra durdu. Kollarını iki yanına gevşekçe bıraktı, omuzları sarktı ve ardından tek bir kelam etmeden topuklarının üzerinde döndü ve ahırı terk etti.

Not: Bu hikaye Mirish Kizsner tarafından yazılan ‘Extraordinary  Stories  About  Ordinary People’ kitabından  alınmıştır.

FARE

Büyükbaba üst kattaki odasında oturuyordu. Aniden inanılmaz bir patırtı ve şamata ile yerinden sıçradı. Çığlıklar, feryat figan, koşuşturmalar bütün evi titretiyordu. Hızla aşağıya indi. Sahanlıkta torunları ve arkadaşları koşuşuyorlar, ellerinde sopalarla, ciğerlerini patlatırcasına bağırıp, deliler gibi koşuşuyorlardı. Önünden geçen torununu yakalayıp, neler olduğunu sorunca, oğlan:

“Dede, bir fare gördük” derken nefes nefeseydi.

“Onu yakalayıp, öldüreceğiz” dedi. Yaşlı adam, “Hayır, durun! Sakın fareyi öldürmeyin!” diye haykırdı.

 “Ama dede, fareler kötüdür, pistir, fareler…”

“Size hayır dedim! Asla fareleri öldürmemelisiniz!”

Çocuklar durdular ve şaşkınlıkla dedenin etrafını sardılar. Dede, “Gelin sizlere bir hikâye anlatmak istiyorum” dedi.

“Biliyorsunuz ben bir Holokost kurtulanıyım. Beni bir toplama kampına kapatmışlardı. Orada belki de bin kere ölümden dönmüşümdür. Ama Tanrı bana merhamet etti, beni defalarca ölüm meleğinin elinden çekip aldı. Bazen de kurtarıcılar gönderdi. Bizler o kampta mahkûmken, oradaki barakaların içinde bulunan ranzalarda yatardık. Ama bunlar sizin ranzalarınıza benzemezdi. İçlerinde sizinkiler gibi rahat şilteler, yastık ve yorganlarımız yoktu.

Her bir ranza iki kişilik bir yatak genişliğindeydi. Ama bizler orada, sert zemin üzerinde dokuz kişi birden yatardık. Oraya nasıl sığışıyorduk? Hepimiz yan yatarak,   sardalyeler gibi tıka basa sığışırdık. Yahut çekmecede duran kaşıklar gibi… Orada hiç kimse sırt üstü veya yüz üstü uyuma şansına sahip değildi. Öbür yanımıza dönmek istediğimiz vakit, ancak hep birlikte dönebilirdik. Ben tam duvarın dibinde uyurdum. Çünkü bir tarafım özgürdü, sıkışıp ezilmiyordu. Ama kara kış bastırınca bu yer olabileceklerin en kötüsüydü. Üzerimize örtebileceğimiz hiçbir şeyimiz yoktu. Yani buz gibi soğukta uyuyorduk. Ranzanın sonunda yatan tam ısınamazdı. Bizi ısıtan sadece iki yanımızdaki arkadaşların bedenlerinin yaydığı ısıydı. Bu dondurucu soğuklarda yatan insanlar bazen uykularında donup ölürlerdi. Sabah onları ölü bulurduk.

İşte böylesi soğuk bir gecede, ben duvarın dibinde soğuktan titrerken, artık sonumun geldiğinden çok emindim. Aniden sırtımın küçük bir parçasında bir sıcaklık hissettim. Bu ısı giderek artmaya başladı. Başımı çevirip bakınca, barakada soğuktan donan farelerin, benim sırtıma doğru doluştuklarını gördüm. Hepsi arkamda toplaşıp bana yaslanıyorlardı. Onlar benim bedenimin ısısıyla ısınırken, beni de ısıtıyorlardı. Yani hep birlikte donmaktan kurtulmuştuk”.

Dede çocuklara hüzünle bakarak, “İşte çocuklar, bu yüzdendir ki fareleri öldürmemelisiniz. Çünkü fareler benim hayatımı kurtardılar” dedi.

Not: Bu hikâye Chaya Sarah Silberg tarafından anlatılmıştır.