Dikenli tellerin ardındaki yaşamlar: Tek hatırlayabildiği şey adıydı*

“Sanırım bir ad, Bir Yahudi adı az şey değildir”

Sara YANAROCAK Kavram
23 Kasım 2016 Çarşamba

Şabat gününün son saatlerindeydik. Güneşin batması ve yıldızların çıkması arasındaki büyülü anlar… Misafirlerimiz az önce evlerine dönmüşlerdi. Bebek yatağında mışıl mışıl uyuyordu. Hava kararmaya başlamıştı. Babam ve erkek kardeşim neredeyse sinagogdan eve dönmek üzereydiler. Geldikleri zaman Avdala mumunu yakacak, hoş kokulu bitkilerin kokusunu içimize çekecektik. Ardından yeni bir haftanın çalışma ritmine geri dönecektik. Ama şu anda hala Şabat’tı, keyfini sürmeye devam edebilirdik. Yavaşça oturma odasındaki kanepede oturan annemin yanına kıvrıldım ve “Anneciğim bana küçüklüğümü anlatır mısın? Hadi bana küçükken neler yaptığımı anlat…” dedim. Annem gülümseyerek anlatmaya başladı:

“Sen çok zor bir zamanda doğmuştun. O dönem çok acılı ve zor bir dönemdi. Sadece bizim için değil, tüm Yahudi halkı için felaketti. Aşağılık Hitler, bütün Avrupa’yı kötülükleri ile kasıp kavuruyordu. Daha önce Aman’ın yaptığı gibi, aklını Yahudilere takmıştı. Yeryüzü üzerindeki tüm Yahudileri yok etmek için yemin etmişti. Hitler’in orduları henüz Macaristan’a girmemişti. Bizim kasabamıza oldukça uzaktaydılar.  İnanmakta zorlandığımız hikâyeler anlatılıyor, korku içinde bekleşiyorduk. Ama ben öylesine gençtim ki, bunları tam olarak kavrayamıyordum galiba. Henüz ilk bebeğimi doğurmuştum. Kendim çocuk denecek yaştayken seni kollarıma almıştım.  Dünyaya geldiğin gün, yatağımda yatarken sabırsızlık içinde seni getirmelerini bekliyordum. Hemşireler yeni doğan bebekleri ikişer ikişer getirip annelerine veriyorlardı. En son olarak bir hemşire kollarında seni taşıyarak karşıma geçti. Seni beyaz kundaklar içinde,  yumuşak bir battaniyeye sarmışlardı. Öyle güzel bir bebektin ki anlatamam. Minik gül gibi yüzünde, iri ve mavi gözlerin ışıl ışıldı.  Birisi incecik saçlarına, minik bir mavi kurdele bağlamıştı.

'Ah, lütfen onu bana verin, bebeğimi kucaklamak istiyorum!' diye küçük bir çığlık attım. Hemşirenin küçük ve sert bakışlı gözleri, asık bir suratı vardı. Gülümsemedi bile… Sonra seni fırlatır gibi yatağımın ayakucuna sertçe bıraktı:

'Al bakalım! Bu Yahudi piçlerine neden bakıyoruz, hiç anlamıyorum.' Yüzüme bakarak düşmanca konuşmaya devam etti:

'Hitler yıl sonuna kadar hepinizin icabına bakacak!' dedi.

Ona cevap veremedim. Seni kollarıma aldım ve dakikalarca hüngür hüngür ağladım.

Yanımdaki yatakta yatan gri saçlı, güleç yüzlü Macar bir kadın, 'Dinleyin Bayan Rosenberg, onu bana verin…' dedi. Kadının yüzü birden bire alı al, moru mor olmuştu. İçtenlikle, 'Bayan Rosenberg, bebeği bana verin. Bebek masum, onun hiçbir suçu yok. Size yemin ederim ki, ona kendi çocuğum gibi bakacağım. Benim hiç çocuğum olmadı. Onu bana verin!' dedi.

Ben kadına şaşkınlıkla bakıyordum, 'Neler söylüyorsunuz? Onu size nasıl verebilirim? O bizim. O Yahudi bir çocuk ve Tanrı’nın izniyle böyle büyüyecek' dedim. Kadın, 'Sen onu büyütemeyeceksin. Bu zavallı bebeğin hiçbir şansı yok. Hitler buraya geleceği zaman, Yahudi çocukların hepsi öldürülecek' dedi. Ben, 'O kadar emin olmayın. Bizleri yok etmek isteyen ilk düşmanlarımız onlar değil' derken o günün Purim olduğunu anımsadım. Purim senin doğum günündü. Ben bunu cennetten gönderilen bir işaret gibi gördüm. Benim bebeğim Aman’ın mahvolduğu gün doğmuştu. Bu gün Yahudiler için karanlıktan aydınlığa çıkışın günüydü. Kadına bakarak, 'Biz, nesiller boyunca, bizi yok etmek isteyenlerin elinden kurtulup, Tanrı’nın yardımı ile yeniden esenliğe kavuştuk. Tanrı bizi ellerinin arasına alarak korudu. Yine böyle olacak eminim' dedim.

Gettoda Purim

O gün öğleden sonra, baban hastaneye bizi görmeye geldi. Seni görünce, mutluluktan havalara uçtu. Kolunun altında Purim Megilası vardı. Elinde ise içinde kaşer yiyecekleri olan yemek çantası vardı. Babanı görünce ilk sözlerim, 'Avram, ben çocuğumuzun adını düşündüm. Onun adı Ester olmalı' oldu. Baban senin başını şefkatle okşadı ve; 'Ester, Kraliçe Ester. Çok güzel bir isim, harika bir isim. Tanrı kesinlikle sana yardım edecek' dedi. İşte senin adını böylece koyduk. Seni tanıyan herkes adının ne anlama geldiğini biliyordu. Bu ad Tanrı’ya olan inancı ve umudu simgeliyordu. İnsanlar, 'Estercik, Kraliçe Ester' deyip sana gülümsüyorlar ve 'Tanrı yardım edecek. Tanrı yardım etmeli' diyorlardı. Gerçekten de o günlerde, umutsuzca Tanrı’ya çok ihtiyacımız vardı. Hitler sonunda Macaristan’a girmişti. Sen 2 yaşına girdiğinde,  hepimizi evlerimizi terk etmeye mecbur ettiler. Tüm Yahudileri bir gettoya tıkıştırdılar. Getto bir tür hapishanedir. Şehrin bir bölgesi duvarlarla çevrilir. Kapısında Nazi askerleri silahlarıyla nöbet tutar. Baban gibi genç adamlar, Nazi silahlarının gölgesinde ağır şartlarda çalıştırılırlar. Hiç birimizin gettodan dışarıya çıkış izni yoktu. Bu duvarların içinde, kalabalıklar arasında yaşamaya mecbur ediliyorduk. Bir apartmana, onlarca aile sığışmaya çalışıyorduk. Soğuk, açlık ve korkuyla mücadele ediyorduk. Çoğu kişi hastalanıp ölüyordu.

Diğer bir bölüm Naziler tarafından götürülüyor, onlardan bir daha hiçbir haber alınamıyordu.

İşte sen gettoda bu şekilde büyüyordun. Senin solgun ve minicik bir yüzün vardı. İri ve meraklı gözlerinle, etrafında olanlara anlam veremeden bakıyordun. O yıl Purim geldiği zaman, sen üçüncü yaşını kutlayacaktın. Babanla birlikte, senin bu Purim gününü neşe ve mutluluk içinde geçirmen gerektiğini düşünüyorduk. Purim’den iki gün evvel, baban o sabah işe gitmeden önce ceketinin iç cebine altın küpelerimi koyup, cebin ağzını diktim. Çalışmadan fırsat bulunca bir satıcıya gidip un, şeker ve kuruyemişle küpeleri takas edecekti. Böylece ben de senin için Hamantashen (Orejas de Aman) kurabiyeleri pişirecektim. Baban gidince sandıktan eski, beyaz bir dantel perde çıkardım. Perdeyi biçerek sana harika bir elbise diktim. Senin için mukavva ve eski krepon kâğıtlarından bir taç hazırladım. Purim kıyafetin hazırdı. Purim günü akşamı erkekler çalışmadan döndükleri zaman, herkes bizim evde toplaştı ve babanın okuduğu Ester Megilasını dinlemeye başladı. Beyaz dantel elbisenle tam bir kraliçe gibiydin. Gözlerin sevinçten ışıldıyordu.  İnsanlar aynı anda hem gülüyor, hem de ağlıyordu. Eski mutlu Purimleri anımsıyorlardı. Megilayı okurken baban ne zaman 'Kraliçe Ester' dese, diğer çocuklar sana bakıp sevgiyle gülümsüyorlardı. Sen son derece ciddi ve gururlu bir biçimde oturuyordun. Megila senin öykündü. O gece seni yatağına yatırdığımda, uykuya dalarken, 'Çok şanslıyım, ben Kraliçe Ester’im' diye mırıldanıyordun.

Nedir ki bu benim gettoda hatırlayabildiğim son iyi günümüz oldu. Olaylar gün be gün daha da kötüleşiyordu. Almanlar neredeyse her gün, Yahudileri sığır kamyonlarına doldurup, bilinmeyen bir yerlere götürüyor, gidenlerden bir daha haber alınamıyordu. Sonunda bir gün senin bir yerlere göndermemiz gerektiğine karar verdik. Seni gizlice gettodan çıkarıp, Almanların bile unuttuğu, uzak, küçücük, yoksul bir köye gönderecektik. Sen orada köylü bir ailenin yanında, savaş bitene kadar korunaklı bir şekilde yaşayacaktın. Elimizde kalan bir miktar para karşılığında, Macar bir aile seni yanlarına almayı kabul etmişti. Yahudi olduğunu biliyorlardı ama fazla soru sormamışlardı.

Ertesi sabah uyandığında, senin bütün eşyalarını büyük bir çantaya yerleştirdim. Seni köye götürecek olan genç bir adam, odanın bir köşesinde oturmuş sabırla seni bekliyordu. Seni aceleyle giydirirken, olanları anlatmaya çalışıyordum. Bu genç adamın, bir dost olduğunu anlattım. Gideceğin yerde ne askerler, ne de silahlar vardı. Orada istediğin kadar patates ve ekmek yiyebilecektin. Sen sordun, 'Sen ve babam benimle geleceksiniz değil mi?' Sana bizim gelemeyeceğimizi anlattım. Sonra omuzlarından tutarak, uygun bir biçimde, 'Unutma, senin adın artık Ester değil. Bundan sonra adın Eva olacak. Tekrarla bakayım… Eva. Sana bir şey sorduklarında hiç cevap verme.         

Bir şey anlatma. Hiç kimse senin Yahudi olduğunu bilmemeli! Anladın mı?' Sen sadece 3 yaşındaydın ve anlamıyordun. Hıçkırıklar içinde patladın: 'Sen benimle gelmiyorsun, babam da gelmiyor. Ve adımı bile söyleyemeyeceğim!' Seni sakinleştirecek sözcükleri arıyor ama çaresiz kalıyordum. Sonunda genç adamın sesini duydum:

'Ester’ciğim, gel buraya.' Sesi sakin ve dostça geliyordu.

'Sana bir sır vermek istiyorum' dedi. Sen ağlamayı kestin ve merakla bekledin. Adam uzun boylu ve sarışındı. Köylüler gibi kaba saba giyinmişti. Tamamen Macarlara benziyordu. Ama seninle Yidişçe konuşuyordu. Gözleri Yahudi gözleriydi. Kibar ve hüzünlü…

'Sen anneni, babanı ve adını kesinlikle kaybetmeyeceksin. Bu doğru değil. Bunları içinde saklayacaksın. Kalbinde… Geceleri yatağında yalnız kalacağın zaman, Şema duasını okuyacaksın ve onları düşüneceksin. Anneni, babanı ve Yahudi adını…  Ama bunları hiç kimseye söylemeyeceksin. Ve bir gün ailen geri dönüp, seni oradan alacak ve evinize geri döneceksiniz' dedi. 

Bu konuşmadan sonra bana sırtını döndün, yeni arkadaşının elini sıkıca tuttun ve yürüdün. Yüzün gözyaşlarıyla sırılsıklamdı. Sakince gidiyordun. Ağzındaki karamela ve yeni bir bebekle ödüllendirilmiştin.

Ester anne-babasına kavuşuyor

Ondan sonra aylarca senden haber alamadık. Sonunda savaş bittiğinde yollar ve köprüler bombalanmıştı. Bizler zorlukla şehir dışına doğru yola çıktık. Baban ve ben mucize kabilinden hayatta kalabilmiştik ama milyonlarca Yahudi yok edilmişti. Hayatta kalabilen diğer Yahudiler gibi, biz de toparlanmaya çalışıyorduk. Tek düşüncemiz seni bulabilmekti.

Seni gönderdiğimiz köye doğru yola koyulduk. Yol boyunca seni sağlıklı ve hayatta bulmak için sürekli dua ediyorduk. Yahudi çocuklarını korumaya söz vermiş olan Macar ailelerin sözlerinde durmadıklarını çok iyi biliyorduk. Çocukları evlerinden kovmuşlardı. Bazılarını ise kendi elleriyle Nazilere teslim etmişlerdi. Ama bazı aileler de çocukları kendi evlatları gibi sevip korumuşlardı. Bunlar da çocukları gerçek ailelerine vermeyi reddediyorlardı. Bazı çocuklar çok küçük olduklarından gerçek Yahudi ailelerini tamamen unutmuşlardı.

Korku ve umut içinde gidip geliyorduk. Sonunda tozlu yolların ardındaki köye vardık. İlk başta sana ailen olduğumuzu hemen söylememeye, seni yavaş yavaş alıştırmaya karar vermiştik. Seni yeniden kazandıktan sonra, yeniden aile olacaktık.

Aniden karşımıza küçük bir kız çıkıverdi. Bir evin karşısındaki çamurlu yolda oyun oynuyordu. Saçları keçe gibi karmakarışık, teni güneşten yanmış, çıplak ayaklı bir çocuk…  Kalbimiz yerinden fırladı. Bu sendin! Baban, 'Küçük kız, gel buraya,' diye seslendi. Sesi titriyordu. Ayağa kalktın ve kocaman mavi gözlerinle bizi süzdün. Bir parmağın ağzında bize şüpheyle bakıyordun. Neler hissettiğimi sana nasıl tasvir edebilirim? Kalbim şükran duygularıyla, sanki şarkı söylüyordu. Seni bulmuştuk. Hem hayattaydın, hem de sağlıklıydın. Ama bakışlarında yakınlık veya sevgi yoktu. Bizden kesinlikle korkmuştun. Birden döndün ve eve doğru koştun. İçeriye doğru seslendin:

'Anne dışarıda iki kişi var, çok komik görünüyorlar' derken gülüyordun. Kısa boylu, başı siyah bir eşarpla bağlanmış, köylü bir kadın dışarı çıktı. Senin elini sıkıca tuttu. Bizim solgun yüzlerimizi ve toza bulanmış şehirli giysilerimizi süzüyordu. Aniden müthiş bir paniğe kapıldım. Kadın sanki sen onunmuşsun gibi elini sıkıca kavramıştı. Doğduğun gün hastanede “onu bana ver” diyen kadının sözlerini hatırladım. Aklım başımdan gitti. Yaptığımız bütün planları, seni sakince ikna etmeyi, her şeyi unuttum ve haykırdım: 'Ester’ciğim, Kraliçe Ester! Biz annen ve babanız! Bizi hatırladın mı?' Sen donakalmıştın. Hiç kıpırdamadan bana bakıyordun. Aniden suratın değişti. Sanki bir rüyadan uyanır gibiydin. Gözlerinde bir ateş vardı. Küçük bir çığlık atarak elini köylü kadının elinden kurtardın. Bizim kollarımıza doğru koştun.”

Annem bunları anlatırken, hava iyice kararmıştı. Gözü yaşlı annemin bakışları, duvardaki saate kaydı. Şabat bitmişti ama ben bu anı daha fazla uzatmak istiyordum, “Ama nasıl olur? Nasıl her şeyi, annemi, babamı, Yahudi olduğumu unutmuşum da, bir tek adımı hatırlamışım? Küçük bir şeyi…” deyince annem avdala mumunu, hoş kokulu bitkileri ve şarap kadehini hazırlarken, “Sanırım bir ad, Bir Yahudi adı az şey değildir” dedi.   

*ROCHEL YAFFE tarafından nakledilmiştir…