Filmekimi’nde izlediğimiz bazı filmleri Oscar ödülleri adayları açıklandığında anacağız

Üçü hariç, bu sonbahar festivalinin programındaki filmler vizyona girecek. Çeşitli festivallerde dikkati çeken ve ödül alan bu filmler bizlere yılın sinema trendleri hakkında fikir veriyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
26 Ekim 2016 Çarşamba

1800’lerdeki bir köle ayaklanmasını anlatan ‘Bir Ulusun Doğuşu’, hüzünlü tonu, çarpıcı anlatımı ile izleyicisini sarstı. Provokatör, kışkırtıcı bir yönetmen olan Bertrand Bonello, ‘Paris Yanıyor’ ile terörizm gibi bıçak sırtı bir konu ile ilgi çekti. İki Oscar ödüllü Ron Howard, ‘The Beatles: Turne Yılları’ ile Filmekimi’nde Beatlemania rüzgârı estirdi. Önümüzdeki hafta Pedro Almodovar’ın ‘Julieta’sından söz edeceğiz.

Film festivalleri sürprizleriyle beraber düş kırıklıklarını da yaşatır. 51 filmlik seçkisiyle, sezonun ilk festivali Filmekimi, sinemaseverler için gerçek bir sinema şöleni oldu.

Katıldıkları festivallerde iyi eleştiriler alıp ses getiren başarılı filmler arasında düş kırıklığı yaratanlar da oldu.

Festivalin en önemli sürprizi François Ozon’un ‘Frantz’ı idi. Aktifinde henüz üç filmi bulunan İrlandalı yazar-yönetmen John Michael Mc Donagh, büyük aşama kaydettiğini gördüğümüz dördüncü filmi ‘Herkese Karşı/War On Everyone’ın eşsiz mizah anlayışı ile hayranlık uyandırdı.

Biri Meksika kökenli, diğeri Amerikalı yozlaşmış iki polisin nefes kesen macerasını anlatan film, izleyicisine hiç bitmeyen bir kahkaha tufanı sundu. Birlikte çalışan iki yoz polis, kendilerini 1 milyon dolar kazanabilecekleri bir suç hikâyesinin içinde bulduklarında, aralarında duran herkese savaş açıyor, ama işler beklendiği gibi gitmiyor.

Polisleri canlandıran Alexander Skarsgard ile Michael Pena’nın müthiş performanslarıyla izleyiciyi büyüleyen film, Berlin Film Festivali’nin gözdelerinden olmuştu.

Tiyatrodan uyarladığı ‘İçimdeki Yangın/Incendies’ başyapıtıyla adı zihnimize kazınan Kanadalı yönetmen Dennis Villeneuve’ün başarılı Hollywood mesaisi, ‘Sicario’dan sonra, ‘Arrival’ ile sürüyor.

Venedik Film Festivali’nin en beğenilen filmleri arasında yer alan ‘Arrival’, yönetmenin ilk bilimkurgu çalışması.

Dünyanın farklı noktalarında görülen dünya dışı araçların sırrını çözmek uzman dilbilimci Louise Banks’e düşer.

Bu rol de, evvelce Oscar’a beş kez aday olmuş Amy Adams’a yeni bir adaylık, muhtemelen Oscar heykelciliğini getirecek.

Kapitalist sistem eleştirisi ‘İnsan Sermayesi/Human Capital’ ile beğenimizi kazanan İtalyan yönetmen Paolo Virzi, bol ödüllü yeni filmi ‘Deli Dolu/La Pazza Gioia’da farklı sınıflardan gelen ama bir ruh ve sinir hastalıkları kliniğinde yolları kesişen iki kadının çılgın öyküsünü anlatıyor.

Virzi’nin demirbaş oyuncusu Valeria Bruni Tedeschi (Carla Bruni’nin ablası) akıl hastanesine düşen sosyete gülü Beatrice rolünde harikalar yaratıyor.

Hep kaliteli filmlerini izlemeye alışık olduğumuz Fransız kadın yönetmen Anne Fontaine ‘Masumlar/Les Innocentes’de, savaş sırasında Rus askerlerin tecavüzüne uğrayarak hamile kalmış rahibelerin dramını anlatıyor. İnanç ile dünyevi gerçekler arasındaki çatışma hakkındaki bu çarpıcı dram, gerçek olaylardan esinleniyor.

Geçen yıl festivalde izlediğimiz bir Fransız filminin Hollywood versiyonu olan ‘Florence’ta İngiliz yönetmen Stephen Frears, opera tarihinin gördüğü en kötü soprano Florence Foster Jenkins’in trajikomik öyküsünü anlatıyor.

Eleştirmenlerin Meryll Streep’in ‘Sophie’nin Seçimi’ ve ‘Kramer Kramer’e Karşı’dan sonra üçüncü Oscar heykelciğini kazanacağından emin gözüktüğü filmde, Hugh Grant da çok başarılı.

Şansını Amerika’da kovalayan İngiliz yönetmenler kervanına katılan David MacKenzie ‘İki Eli Kanda/Hell or High Water’ ile kaliteli bir modern westerne imzasını atmış. Aile çiftliğini ipotekten kurtarmak için sürekli banka soyan iki kardeşi Ben Foster ile Chris Pine canlandırıyorlar. Onları yakalamaya yeminli polisi de Jeff Bridges oynuyor.

 

ÇARPICI BİR AYAKLANMA ÖYKÜSÜ

24 filmlik bir aktörlük kariyeri olan Nate Parker, ilk uzun metrajlı yönetmenlik denemesi ‘Bir Ulusun Doğuşu/The Birth of A Nation’ filminin Sundance’deki çıkışı ile yılın sinema olaylarının birine imza attı.

1831’de köleliğin en ağır hüküm sürdüğü Virginia’da kölelerin isyanının başını çekerek tarihe geçen Nat Turner’ın hayatını anlatan senaryosuyla yola çıkan Nate Parker, başrolünü de üstlendiği ‘Bir Ulusun Doğuşu’ ile Afro-Amerikan film türüne yeni bir soluk getirmiş.

Irkçı metniyle tanınan, 1915 tarihli (sinemanın kuramcılarından) D. W. Griffith’in filmiyle aynı adı taşıyan ‘Bir Ulusun Doğuşu’ hem bu iddialı ismin yarattığı algıyı değiştirmesi, hem de kölelik tarihinde önemli bir yeri olan ‘Nat Turner’i perdeye taşıyarak yaptıklarını hatırlatmasıyla büyük yankı uyandırdı.

Turner, çocukluğunda İncil okumayı öğrenmiş bir vaiz olan bir köle. Sağduyunun temsilciliğini yapan, doğruluktan ayrılmayan, sözüne itimat edilen bu kölenin sahibi Nat’in meziyetlerini nakde çevirme peşindeki bir fırsatçıdır. Sahibi Nat’i ülke boyunca çıkardığı seyahatte köle, içinde yaşadığı ülkeyi tanımaya başlar.

 Nat, zencileri ezen, sömüren, kan ve utançla yoğrulmuş olan bu düzenin bitmesi için harekete geçer. Başlattığı isyan kanlı bitecektir.

Aktörlük kariyerinde önemli başarıları olmayan Nate Parker’ın, kamera arkasına geçerek yoktan var ettiği filmiyle büyük övgü aldı. En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo Oscar ödülleri ile anılmaya başlandı. Filmin kurgusu, sinematografisi ve müziği övgü aldı. Nate Parker’ın En İyi Aktör, çocukluk arkadaşı, paragöz patronunu oynayan Arnie Hammer, En iyi Yardımcı Aktör dallarında Oscar’a aday gösterilmeyi hak ettikleri söylendi.

2013 yılında, New York’ta doğan Solomon Northup’un köle olarak satıldığı Washington’daki 12 yıllık çileli esaret hayatını anlatan Steve Mc Queen’in ‘12 Years Slave’i, biri En İyi Film olmak üzere iki Oscar Ödülü’nün sahibi olmuştu. Bakalım Akademi, ‘Bir Ulusun Doğuşu’na aynı gözle bakacak mı?

1800’lerde geçen bu iç savaş hikâyesi, hüzünlü tonu, çarpıcı anlatımı ile izlenmeyi hak ediyor.

Film bana Steven Spielberg’in 1997 tarihli ‘Amistad’ını anımsattı.

KIŞKIRTICI BİR TERÖR FİLMİ

Aykırı ve kışkırtıcı filmlerin yönetmeni olarak bilinen Bertrand Bonello, ‘Paris Yanıyor/ Nocturama’da Fransa’nın başkentini terör saldırılarının ateş topuna dönüştürdüğü bir mekâna dönüştürüyor. 48 yaşındaki genç yönetmen, kariyerinin başındaki ‘Pornografİ’ (2001), filmiyle skandalları kovalayacağını ilan ediyordu. Bunu beş yıl önce Cannes’da yarışan ‘Hoşgörü Evi/L’Apollonide’ ile sürdürdü.

Bonello, ilk gösterimini yaptığı San Sebastian’da çok ses getiren, terörizm gibi oldukça bıçak sırtı bir konuya el atarken, görmeye alışık olmadığımız türden bir Paris portresi çiziyor.

Filmin açılışını yapan çok uzun bir sekansta, değişik çevrelerden gelen, değişik yaş gruplarından, kızlı-erkekli kalabalık bir grubun bireylerini metro istasyonlarındaki ve Paris’in değişik semtlerdeki baleyi andıran bir hareketlenme içinde izliyoruz.

Kararlı ve hızlı hareket şekillerinden bu gençlerin aynı amaç etrafında toplanan, sistematik ve kararlı bir planın parçaları olduklarını ve tehlikeyi çağrıştırdıklarını seziyoruz.

Gruptaki her bireyin bir görevi olduğunu ve herkesin üstüne düşen görevi titizlikle yerine getirdiğini görürüz. Ancak Bonello bizleri endişeye sürüklemekle birlikte gençlerin planı hakkında ipucu vermiyor.

Gençler yolculuğa başladıkları noktada bir araya gelirler. Tavizsiz, gerçekçi yaklaşımıyla dikkati çeken ‘Paris Yanıyor’, izleyeni her saniye diken üstünde tutan, zamanlamasıyla ses getirecek bir film.

Büyük bir planın birer parçası olan gençlerin her biri, kendilerine verilen vazifeyi yerine getirdikten sonra, büyük bir mağazanın kapanış saatinde, buluşma noktasında bir araya gelirler.

Gece başlarken aynı anda çeşitli noktalarda patlayan bombalarla Paris’in bir yangın yerine döndüğüne tanık oluruz.

İŞİD’den çok çekmiş Paris üzerine böylesine bir felaket filmi çevirdiği için Bonello’yu provokatörlükle suçlayanlar oldu. Ben kendi hesabıma, sevmediğim bir yönetmen olan Bonello’nun ilk kez işini iyi yaptığını düşünüyorum.

FİLMEKİMİ’NDE BEATLEMANİA RÜZGÂRI

İki Oscar Ödüllü yönetmen Ron Howard’ın ‘The Beatles: Turne Yılları’ adlı belgeseli müzikseverlere 130 dakikalık bir şölen sundu.

1960’lı yıllara damgasını vuran, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük müzik fenomeni sayılan The Beatles topluluğu, ünlü İngiliz yönetmen Richard Lester’ın iki filminde oynamıştı: ‘A Hard Day’s Night’  (1964) ve ‘Help’ (1965). Grubun yer aldığı üçüncü film olan ‘Yellow Submarine’i 1968 Cannes Film Festivali’ndeki prömiyerinde izlemiştim.

Fransa’daki Mayıs 1968 olayları yüzünden tarihe ‘yarıda kalan festival’ olarak geçen festival 18 Mayıs günü durdurulmuştu.

George Dunning’in yönettiği ‘Yellow Submarine,’ festivalin ilk günlerinde gösterilmiş, iki Beatles üyesi George Harrison ve Ringo Starr, Cannes’da fırtına estirmişti. Yarışma filmlerinin heyecanına kendimi kaptırmışken, bu yarışma dışı belgeselin gösterileceğinden haberim yoktu.

Gece yarısı otelimin yolu üzerindeki bir ara sokakta biriken kalabalık dikkatimi çekmiş, yaklaşınca ‘Yellow Submarine’in başlamak üzere olduğunu öğrenmiştim. Kalabalığı yarıp fuayeye girince, G.Harrison ve R. Starr ile göz göze geldik. Günün dört filminden sonra gelen bu sürpriz film, Beatles’ın nefis müzikleriyle bana günün yorgunluğunu unutturmuştu. Otele vardığımda saat sabahın üçünü gösteriyordu.

Filmekimi’nde gösterilen ‘Turne Yılları’na dönecek olursak, belgesel The Beatles mucizesinin sırrını çözmeye çalışıyor.

Grubun 1962 ile 1966 yılları arasında çıktıkları ve bütün dünyanın istisnasız kalbini kazanan tam 1000 günlük dünya turnesinin arşiv görüntülerini, grup ile yapılan söyleşiler eşliğinde, hayranlarının çılgınlığa varan taşkınlıkları ve grup üyelerinden elde edilen kayıtlarla izliyoruz.

Özgün saç modelleriyle, karizmalarıyla, hayranlık kazanan müzikleriyle mest eden, müzik listelerinde yıllarca 1 numarada kalan ve müziklerini en iyi şekilde yapmaya çalışan dört dostun hikâyesi, belgeselde nefis müzikler eşliğinde sunuluyor.

‘A Beautiful Mind’ ile En İyi Film ve En İyi Yönetmen Oscar ödüllerini kazanan deneyimli Ron Howard, mükemmel bir kurgu anlayışıyla Beatles fenomenine ayna tutuyor. Belgeselin ardından, grubun 1966’daki bir stadyum konserinin HD dijital olarak elden geçirilen kaydını izledik.