Filmekimi’nin sürprizleri

77 yaşındaki İtalyan usta Marco Bellochio ‘Tatlı Rüyalar’ ile birinci sınıf bir melodram ustası olduğunu kanıtladı. Güney Koreli Kim Ki-Duk, ‘Ağ’ ile kariyerinin en siyasal filmine imza atmış.

Viktor APALAÇİ Sanat
19 Ekim 2016 Çarşamba

Geçen haftaki yazımdaki TOP TEN listesinin ilk beş filmi festivalin en çok beğeni kazanan filmleri oldu. Filmekimi’nin sürprizleri arasında, izleyiciyi ters köşeye yatıran François Ozon’un ‘Frantz’ı vardı. 77 yaşındaki İtalyan usta Marco Bellochio ‘Tatlı Rüyalar’ ile birinci sınıf bir melodram ustası olduğunu kanıtladı. Güney Koreli Kim Ki-Duk, ‘Ağ’ ile kariyerinin en siyasal filmine imza atmış.

Mısırlı genç yönetmen Mohamed Diab, ülkesindeki askeri darbeye odaklanan ‘Çatışma’ ile hümanist mesajlar veriyor. Programdaki 51 filmin 48’i vizyona girecek. Bazı önemli filmlerin eleştirilerini vizyon haftasında yapacağım.

Geçen haftaki Filmekimi tanıtım sayfamdaki, muhakkak görülmesi gereken filmleri sıraladığım TOP TEN listemdeki ilk beş filmim, en çok beğeni kazanan filmler olduğuna festival boyunca tanık oldum.

Ken Loach’a Cannes Film Festivali’nde ikinci Altın Palmiye Ödülü’nü getiren ‘Ben, Daniel Blake’, insancıl mesajı ile yüreklere hitap eden sinema diliyle izleyicileri etkiledi.

Son yılların en özgün, en çarpıcı komedilerinden biri olan Alman Maren Ade’nin ‘Toni Erdmann’ı değişik bir baba-kız yakınlaşması öyküsü anlatıyordu. Ancak çok kişiden (bu üç saate yakın süreli) filmin fazla uzun bulunduğunu duydum.

Güney Koreli Park Chan-Wook’un sayısız sürpriz barındıran, lezbiyen ilişkili ‘Hizmetçi’sinin görsel bir şölen sunduğu konusunda herkes hemfikirdi. Ancak 2,5 saatlik süresini uzun bulanlar da vardı.

78 yaşındaki, halen formunu muhafaza ettiğini gösteren Hollandalı Paul Verhoeven’in ‘O Kadın’ı, burjuvazi eleştirisiyle izleyiciyi tatmin etti.

Her filminde başarılı olduğunu, bu yıl Cannes’da iki ödül kazanan tek film ‘Satıcı’ ile kanıtlayan Asghar Farhadi’nin İran toplumu hakkındaki müthiş tespitlerini sürdürdüğünü gördük.

Pedro Almodovar’ın, yürek paralayıcı bir anne-kız öyküsü anlattığı ‘Julieta’ın eleştirisini, vizyona gireceği ekimin son haftasına bırakıyoruz.

Cannes’da kendisine En İyi Yönetmen Ödülü’nü getiren ‘Mezuniyet’ ile Cristian Mungiu, Filmekimi’nin diğer Rumen filmi ‘Sieranevada’ ile Cristi Puiu, günümüz Rumen toplumundan gerçekçi kesitler sundukları için takdir gördüler.

Festivallerde çok film izleyip de kazık yememek mümkün değil. Düş kırıklığı yaratan yönetmenlerin başında ‘Aşk ve Savaş’ ile Emir Kusturica gerileme dönemini sürdürdüğünü gösterdi.

‘FRANTZ’ TERS KÖŞEYE YATIRIYOR

Son Venedik Film Festivali’nde yarışan ‘Frantz’, izleyiciyi ters köşeye yatıran bir film. İlk bir saatiyle 2. Dünya Savaşı sonrasında, biri Fransız diğeri Alman iki askerin eşcinsel öyküsünü izlediğinden emin olan seyirci, filmin tam ortasında belli olan bir sürprizle yanıldığını ve tahmin ettiğinin çok dışında bir film izleyeceğini görüyor.

Filmin yönetmeni François Ozon olunca, Fransız yönetmenin evvelce defalarca yaptığı gibi bir eşcinsel öyküsü anlatacağını (peşin hükümle) kabul ediyoruz.

Ancak ikinci yarısıyla film bambaşka bir kulvara saparken izleyicisini sürprizden sürprize sürüklüyor.

Konusunu Maurice Rostand’ın bir tiyatro oyunundan alan ‘Frantz’ı daha önce 1932’de Ernst Lubitsch ‘Broken Lullaby’ adıyla sinemaya uyarlamıştı.

Daha önce hiç siyah-beyaz, Almanca ve savaş ve çatışma sahnesi çekmemiş olan François Ozon, takipçilerini şaşırtırken, melodram ve aşk filmi türlerinin de ustası olduğunu kanıtlıyor.

Almanya’nın küçük bir kasabasında geçen konusuyla film, savaştan geri dönmeyen Frantz’ın matemini tutan doktor babası, annesi ve nişanlısının monoton hayatını anlatıyor.

Anna, her gün yaptığı mezarlık ziyaretlerinin birinde Frantz’ın mezarını ziyaret edip çiçek bırakan Adrien isimli genç bir Fransız’a rastlar. Anna, nişanlısının arkadaşı olduğunu söyleyen Adrien ile dostluk kurar, evine davet edip Frantz’ın anne ve babasıyla tanıştırır.

Aile, bu gizemli yabancıya kucak açar. Ancak hiçbir şey görüldüğü gibi değildir. Geriye dönüşlerle, iki düşman askerin nerede tanıştıklarını ve savaşın karmaşası içinde birlikte neler yaşadıklarını öğreniriz.

Anna’nın Paris ziyareti bizleri Adrien hakkındaki yeni sürprizlerle baş başa bırakır. Savaş aleyhtarı temasıyla da öne çıkan film, savaşın arkasında bıraktığı felaketleri oğulların, sevgililerin kaybının ailelerindeki tahribatı gözlere seriyor.

‘Frantz’ı, ‘Filmekimi’nde kaçıranlara, vizyona girdiğinde muhakkak izlemelerini kuvvetle tavsiye ederim.

MÜTHİŞ BİR MELODRAM

1960’ların siyasi sinemasının önde gelen yönetmeni Marco Bellochio, son filmi ‘Tatlı Rüyalar/Fai Bei Sogni’ ile birinci sınıf bir melodram ustası olduğunu da tekrar kanıtlıyor.

Massimo Gramelli’nin aynı adlı romanından, aralarında Bellochio’nun da bulunduğu üçlü bir ekip tarafından yazılan senaryo, Torino’da çok sevdiği annesiyle evde dönemin şarkılarıyla dans eden, mutlu, 9 yaşındaki Massimo’nun hayatını anlatır.

Fakat annesinin ani ölümüyle Massimo’nun çocukluğu paramparça olur. Soğuk ve mesafeli bir insan olan babası, ona annesinin ölüm sebebini açıklamaz. Gençliğinde ünlü bir gazetecilik kariyeri olmasına rağmen, hâlâ annesini özlediği için Massimo hüzünlü bir insandır.

Kendi annesinden nefret eden bir okuyucunun yazdığı mektuba duygu dolu bir yanıt veren Massimo, günün adamı olur. Geçmişiyle hesaplaşamamanın verdiği travma ile aniden bir dizi panik atak geçirmeye başlar. Onu tedavi eden kadın doktor ile yakınlaşması monoton hayatına renk katar.

Onun için travmatik geçmişiyle yüzleşmesinin ve yaralarının sarılmasının zamanı gelmiştir. Ancak annesinden kalan evi boşaltırken, dadısının yardımını ister ve kendisinden annesinin ölümüyle ilgili gerçeği öğrenir.

Her şeyin yoluna girdiğini tahmin ederken Massimo’nun kafasındaki anne imajının paramparça olduğunu görürüz. Film müthiş finaliyle izleyicisini bambaşka bir kulvara sürükler.

Marco Bellochio, bu son filminde her zamanki gibi cüretkâr ve yaralayıcı. 77 yaşında, formundan ve üretkenliğinden bir şey kaybetmediğini gösteren İtalyan usta, iyi bir öykü anlatıcısı olduğunu kanıtlıyor.

İlk çıkışını 1965 yılında ‘Cepteki Yumruklar’ başyapıtı ile yapan Bellochio, 1980’deki ‘Boşluğa Atlayış’ı ile ününü sürdürmüştü.

‘La Cordonna’ ile Berlin’de Gümüş Ayı (1991), ‘L’Ora di Religione’ (2002) ile Cannes’da Ekümenik Jüri Ödüllerini kazanmıştı. Yine Cannes’da yarışan ‘Vincere’ (2009) ile Mussolini’nin metresi İda Dalser’i anlatmıştı.

Abel Ferrera’nın ‘Pasolini’sinde izlediğimiz Valerio Mastrandrea, orta yaşlardaki Massimo rolünde çok başarılı. Michel Hazanavicius’un aktris eşi Benerice Bejo, duru güzelliğiyle dikkati çekiyor.

‘Tatlı Rüyalar’, bu yıl Cannes’daki Yönetmenleri 15 Günü bölümünde gösterildi.

KİM Kİ-DUK’UN EN SİYASAL FİLMİ

Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan Kim Ki-Duk’un son filmi ‘Ağ/The Net’i sıcağı sıcağına Filmekimi’nde izledik.

Hiç kimsede görülmeyen bakış açısı ve kendine has sinema tekniği ile Uzakdoğu sinemasında özel bir yeri olan Kim Ki-Duk, ‘Ağ’ ile kariyerinin en siyasal filmine imzasını atmış.

1960 doğumlu Güney Koreli yönetmen-senarist-artist Kim Ki-Duk, Paris’te sanat eğitimi görmesine rağmen sinema eğitimi almadı.

Filmlerinde bireyler ile ilgilenen, sıra dışı karakterler çizen bu kışkırtıcı sanatçı, bu kez kamerasını kendi ülkesine ve ezeli düşmanı komşu Kuzey Kore’ye çeviriyor.

Kuzey Koreli sıradan bir balıkçının, teknesinin motoru bozulunca kendisini Güney Kore’de bulmasını ve başından geçen ilginç olayları anlatan film, siyasal ve insani zorlukları odağına alıyor.

Hudutta yaşayan balıkçı casus olarak gözaltına alınır. Sorgulamayı yapan sadist ve kindar memur, geçmişinden kaynaklanan bir kompleksle bu suçsuz adamı casus olarak suçlamak peşindedir. Sert geçen sorgu ve ikna sürecinden sonra ülkesine iade edilen balıkçıyı bu kez yeni bir kâbus beklemektedir.

Kuzey Koreli yetkililer salınan balıkçının düşman ülkenin casusu olarak bırakıldığına emin olarak işkencelerini sürdürürler.

Kim Ki-Duk iki ideoloji arasında kapana kısılan zavallı bir köylü üzerinden ülkesine ve Kuzey Kore’ye şu mesajı veriyor: “Aslında birbirinizden farkınız yok. Hepiniz kötüsünüz, zalimsiniz, acımasızsınız, dost olmayı beceremiyorsunuz”.

Film, özel bir coğrafyada geçmesine rağmen, ideolojiler karşısında insanın gerçek değerini sorgulayarak bu örnek üzerinden dünyanın birçok yerinde yaşanan bir dramı yakalıyor.

‘Ağ’ ile evrensel olmayı başarabilen Kim Ki-Duk, dört yıl önce Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan kazanan ‘Acı/Pieta’dan sonra en iyi filmine imzasını atıyor.

Koreli sanatçı bu festivalden evvelce En İyi Yönetmen Ödülü (Fedakâr Kız), Berlin’den ‘Boş Ev’ ile aynı ödülü, Cannes’dan ‘Airrang’ ile belirli Bir Bakış En İyi Film Ödülü’nü kazanmıştı.

‘Ağ’ bu yaratıcı ve üretken sanatçının 22. filmi.

ŞAŞIRTICI BİR MISIR FİLMİ

Mısır sinemasından gelme ‘Çatışma/Clash’ bu yıl ülkesinin Oscar adayı idi ve Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünün açılışı için seçilen filmdi.

2013 Mısır askeri darbesi sırasında geçen filmin konusu bir polis kamyoneti içinde geçiyor. Ordunun Müslüman Kardeşler’e bağlı Mursi’yi iktidardan devirmesinden sonra Mısır halkı ikiye bölünmüştü.

Mursi yanlılarıyla ordu destekçileri arasında, filme adını veren büyük bir ‘çatışma’ başlamıştı. Birbirlerini düşman ve vatan haini gözüyle gören taraftarlar arasında uzun müddet süren çatışma çok kanlı olmuştu.

Nümayişleri durdurmaya çalışan ordu birlikleri tavizsiz davranmış ve gözaltına alınanlardan hapishaneler lebalep dolmuştu. Filmin tamamının geçtiği kamyonetteki insanlar boş hapishane kalmadığı için bir yerden diğerine sürükleniyordu.

Gözaltına alınan insanlar arasında iki karşıt grubun taraftarlarının olması, aynı tutukluluk yazgısını paylaşmak durumunda kalmaları filmi cazip kılıyor.

Genç yönetmen Mohamed Diab, Mısır toplumunu temsil eden bütün kesimlerden insanları kamyona doldurarak, nefis bir insan manzaraları resmigeçidi sunma fırsatını yakalıyor.

Müslüman Kardeşler’in komuta kesiminden olduğunu anladığımız, kamyondaki Mursi taraftarlarının hürmetini kazanmış bir lider, kocası ve oğlu tutuklandığı için kamyona gönüllü binen bilge ve becerikli bir hemşire, nümayişçilerin attığı taşlardan korunmak için kamyona sığınan bir asker, koyu dindar babasıyla tutuklanan tesettürlü bir genç kız, sevdiği kızın ağabeyi ile ilk kez bir araya gelen genç bir âşık gibi…

Yönetmen Mohamed Diab, taraftarlara eşit mesafede durma prensibini film boyunca sürdürüyor. Ancak bu zorlu projede, karakterlerini yargılamaktan kaçınırken, ‘hepiniz kardeşsiniz, birlikte yaşamanın yollarını bulmak zorundasınız’ diyor.

Kapalı bir mekânda geçmesine rağmen, tansiyonu hiç düşmeyen, gerilim dozu yüksek film, taşıdığı hümanist mesajıyla ilgi çekiyor.